13 Mart 2012 Salı

we need to talk about kevin


Yönetmen: Lynne Ramsay
Senaryo: Lynne Ramsay, Lionel Shriver
Oyuncular: Tilda Swinton, Ezra Miller, John C. Reilly
Yapım: İngiltere, ABD, 2011, 112'


www.sinemakulubu.com'daki yazım

Hayat son günlerde ne güzeldi halbuki, bir bebek isteği, kendince ailenin taçlandırılmış hali falan... "Kevin hakkında konuşmalıyız" derlerken yardıma ihtiyacı olan bir çocuktan bahsedildiğini sanmıştım. O'na yardım etmeliyiz. filmin sekansları gözümün önünde tek tek devrilirken Kevin'in yardıma ihtiyacı olduğu fakat asıl filmde anlatılanın benim açımdan "anne olma hali-psikolojisi-ağırlığı" nın konuşulması gerektiği oldu. Tilda Swinton bu anlamda iç hesaplaşması dinmek bilmeyen, huzursuz ve ne yapacağını bilmez haldeki soğuk, ruhsuz insan halini anlatmak için iyi bir aktris seçimi olmuş.  Ve tabi İngilizlerin gri atmosferli, insan odaklı filmlerine güzel bir  örnekti film kesinlikle. 



Eva en büyük tutkusu seyahat etmek olan, "içinden geldiği gibi" yaşamayı tercih eden ve bundan da gayet memnun görünen bir kadın. "İçinden geldiği gibi" cümlesini tırnak içinde yazdım çünkü, Eva bir çocuk sahibi olma isteğine de bir anda karar veriyor gibi filmde. Kocası sevişirlerken "bunu gerçekten istiyor musun?" diye soruyor Eva'ya, Eva da onaylıyordu. Keşke herşey bu kadar basitlikte devam edebilseydi. 

Eva henüz hamileliğini yaşarken dahi mutsuz, vücudunu, kendini tanıyamayan hatta kendinden hiç de hoşnut olmayan bir portre çiziyordu izleyiciye. Denir ki, bebek ana rahmine düştüğünden itibaren annenin tüm olumlu-olumsuz enerjisini hisseder, psikolojisi ile direkt etkilenir. Eva hamileyken çocuk fikrine sıcak bakmıyordu artık sanki. Kevin'i ilk kucağına aldığındaki o amatör anne hali, çocukla arasındaki mesafenin büyüklüğü dikkati çeken en büyük noktaydı. Eva anne olmanın gerekliliğini yerine getirmek için sanki yapmacık bir uğraş veriyordu kendi kendine. Bence filmin baştan sona konusu Eva'nın  "Ben aslında kimim? Buna hazır mıyım? Bu benim hayatım mı?" sorularıyla olan mücadelesiydi.  Eva doğurduğu için Kevin'i sevmek zorunda mıydı? Ya da Kevin'in sonradan zikredeceği gibi; annesi O'nu aslında sevmiyor, sadece alışmış mıydı? Alışkanlık sevmenin yerini tutabilir miydi?

Filmin bütününde kırmızı ve mavi renkler hakimdi. Kırmızının olduğu sekanslar (domateslerin içinde özgürce yuvarlandığı mutlu günler)  Eva'nın özgür kız hallerindeki günleriyle ilişkilendirlmiş, mavi (hatta griye çalan) atmosferin olduğu her sahnede de Eva'nın bitmek bilmez iç hesaplaşma, sıkıntılarının olduğunu haller izleyiciye sunulmuş. Kırmızıyı filmin ilerleyen sahnelerinde elden bir türlü çıkmayan, arabasına, evinin camlarına kadar bulaşan boya olarak da göreceğiz ki, filmde en vurucu detay belki de buydu. Çünkü özgürlüğünün katili Kevin'dı, sonrasında Kevin babasını, kız kardeşini ve okulda bir sürü öğrenciyi katledecekti. Üstelik bunu dikkat çekmek için sıradan bir showa dönüştürerek yapacaktı. Belki de hamileği boyunca sevildiğini hissetmeyen ve annesi ile tek bir ses ya da el temasında bulunulmayan bir çocuk ancak bu kadar duygusuz davranabilirdi. 


Bu açıdan bakıldığında, filmlerde okulda, sokakta, evde toplu cinayetlere imza atan çocukların hikayesi hep anlatıldı da, onların hiç ailevi hallerine değinilmemişti sanki. Kevin'i biraz da haklı çıkaran ayrıntılar vardı filmde. Odipus kompleksinin tersine dönmüş şekli, anneden nefret etme hali. Baba ile kurulan iyi diyalogların aksine, anne ile bir türlü başarılamayan o iletişim. Babanın sadece  içi boşaltılmış bir baba olması, etliye sütlüye karışmadan, çok da irdelemeden yaşayıp gitmesi, Eva'nın her Kevin hakkında konuşmak isteyişinde "sen büyütüyorsun" söylemleri... Eva'nın sorun Kevin'da fikriyle O'nu psikologa taşıması, sonuç alamaması fakat kendine bir kez dönüp "ben nerede hata yapıyorum?" diye sormaması. En çok da anne-baba arasındaki iletişim kopukluğu ve sonucunda kadının anne rolünün altında can çekişmesi. 

Evin içinde anne-oğuldan çok güç savaşındaki iki uzak insanın hikayesini izliyor gibiydik. Kevin'in annesini çok iyi tanıması, ve O'nun ilgisini neyin çekeceğini, ya da neyin canını yakacağını çok iyi bilmesine şahit oldu. Kevin annesine reşit bir insan gibi davranıyordu bazen, hayat hakkında büyük laflar ediyor, Eva'yı şaşırtıyordu zaman zaman. Sürekli giydiği kısa ve dar tshirtler büyümeyi kabul etmeyen bir yanını anlatıyordu  aslında Kevin'in. Hep var olanla bir mücadele hali. Hayatın her noktasında bir nefret hali.  Aşağılama, alaylarının altında da sevgisizliğini dışa vurma gerçeği yatıyordu belki de. 




Film boyunca Kevin ve Eva arasındaki iktidar savaşı dinmek bilmese de filmin sonunda Eva'nın hapishanedeki Kevin'e herşeye rağmen sarılması, O'nu tam manasıyla bağrına basması bize anlatıyor ki, Eva "olduğu gibi"  yaşamayı kabulleniyor. Anne olma duygusuna belki de içgüdüsel alışmaya başlıyor. Kevin'ı "olduğu gibi" sevmeye karar veriyor. Savaş yok, mücadele yok. Pasif gibi görünen ama artık kabullenmiş, güçlü olacak bir anne. Çünkü uzun yalnız kalış ve düşünmelerden sonra, yeni bir iş bulması, evi boyadan temizlemeye çalışması, hapishane ziyaretlerinde karşılıklı susmalarına en sonunda bir son verişi, markette kırılmış yumurtaları oldukları gibi satın almak istemesi, sonra eve gelip onları o şeklide kırıp yemesi, kabukların ağzına batması ama bunu kabullenmesi... Hepsi Kevin'lı bir hayatı ve Kevin'ı olduğu gibi kabullenip yaşayacağının ispatıydı. 

Filmin bir başarısı da kurgusundaki başarıydı. Konu flashbacklerle geçmişe dönüyor, şimdiye geliyor ve Kevin'in aslında neden böyle olduğunu daha net anlatıyordu bize. Sahnelerde kafası karışan varsa Eva'nın saçlarına dikkat ederek ayırabilirler sahneleri. Film sinir bozuyor, rahatsız ediyor fakat en azından sorgulamamızı sağlıyor. Anneliğin anlık isteklerin çok daha ötesinde bişeyler istediğinin altını çiziyor. Ben filmi çok sevdim. Tilda Swinton, psikolojik gerilim severlerin pişman olmayacağı bir film. Unutmadan Kevin karakterini canlandıran Ezra Miller'ın oyunculuğunu da girin görün. 

Hiç yorum yok: